Bilim dünyasında son yıllarda sıkça duyduğumuz bir kavram var: inflamazomlar. Adını ilk kez duyanlar için karmaşık, hatta biraz da korkutucu gelebilir. Oysa inflamazomlar, vücudumuzun en temel savunma mekanizmalarından birinin merkezinde yer alıyor. Kısaca anlatmak gerekirse, onlar hücrelerimizin içindeki “alarm sistemleri”. Tehlike sinyallerini algılayıp bağışıklık hücrelerini harekete geçiriyor, iltihabi yanıtı başlatıyorlar. Peki ya bu alarm sistemi, yanlış beslenme nedeniyle sürekli öterse? İşte kronik hastalıkların çoğunun temelinde yatan sorun tam da burada başlıyor.
Bu yazıda, beslenme ile inflamazomlar arasındaki karmaşık ilişkiye ışık tutacağız. Hem bilimsel gerçekleri, hem de günlük yaşamda işimize yarayacak pratik bilgileri konuşma havasında ele alacağım. Çünkü mesele sadece genetik ya da bağışıklık sistemi değil; her lokmada aslında bu sessiz savaşın tarafı oluyoruz.
Önce işin temelini basitçe açıklayalım. İnflamazom, hücrelerimizin içinde yer alan çok özel bir protein kompleksi. Dışarıdan gelen mikropları, toksinleri ya da hücre hasarını algıladığında adeta bir alarm butonuna basıyor. Bu alarm, inflamatuvar sitokinlerin –özellikle IL-1β ve IL-18– salınımına yol açıyor. Sonuç: bağışıklık sistemimiz “savaşa hazır” hale geliyor.
Aslında bu mekanizma olmazsa hayatta kalmamız mümkün değil. Fakat sorun şu ki; bu alarm sistemi yanlış beslenme, obezite, sigara, hareketsizlik gibi faktörlerle gereksiz yere ve sürekli çalışır hale gelebiliyor. Yani kısa vadede bizi koruyan inflamazomlar, uzun vadede kronik iltihapların tetikleyicisi haline geliyor.
Düşünün, bir apartmanda yangın alarmı çalsa ama ortada yangın olmasa… Bir süre sonra hem komşular rahatsız olur hem de sistem yıpranır. İşte kronik inflamasyon da böyle. İnflamazomlar sürekli aktif hale geçtiğinde:
gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabiliyor. Ve en önemlisi: Bu tabloyu doğrudan beslenme şeklimiz şekillendiriyor.
Hamburger, patates kızartması, işlenmiş etler, şekerli içecekler… Batı tipi beslenme diye özetlediğimiz bu model, inflamazomların adeta en sevmediği beslenme tarzı. Çünkü:
Zeytinyağı, balık, sebze, meyve, tam tahıl ve kuruyemişlerle zengin Akdeniz tipi beslenme, inflamazomların adeta doğal sakinleştiricisi.
Akdeniz diyetinin kalp hastalıkları ve diyabet riskini düşürmesinin en önemli mekanizması, inflamazomları düzenlemesinden kaynaklanıyor.
Bazı bitkisel bileşikler inflamazomları doğrudan hedef alıyor:
Yani baharatlardan meyve-sebzeye kadar birçok doğal kaynak, hücrelerimizin alarm sistemini dengeleyebiliyor.
Unutmamak gerekir ki inflamazomların en önemli tetikleyicilerinden biri bağırsak sağlığı. Bağırsak geçirgenliği arttığında, bakteriyel toksinler kana geçer ve inflamazomlar bu sinyali “tehlike” olarak algılar. İşte bu yüzden:
mikrobiyotayı koruyarak inflamazomların yanlış alarm vermesini önler.
Beslenme dışında bazı yaşam tarzı faktörleri de inflamazomların kaderini belirliyor:
Yani inflamazomlarla savaş sadece tabakta değil, yaşamın tümünde veriliyor.
Bilim insanları artık inflamazomların bireyden bireye farklı çalıştığını biliyor. Yani genetik faktörler, bağırsak mikrobiyotası ve yaşam tarzı kombinasyonu, kimin hangi besine nasıl tepki vereceğini belirliyor. Gelecekte kişiselleştirilmiş beslenme planlarının, inflamazomların dengesini gözeterek hazırlanacağı öngörülüyor.
İnflamazomlar, vücudumuzun en temel savunma mekanizmalarından biri. Fakat yanlış beslenme ve yaşam tarzı, bu sistemi sürekli alarm halinde tutarak kronik hastalıklara zemin hazırlıyor. İşin güzel yanı şu ki; doğru beslenme seçimleriyle inflamazomları sakinleştirmek elimizde. Zeytinyağıyla, balıkla, sebzeyle, fermente gıdalarla attığımız her adım, aslında hücrelerimizin derinliklerinde büyük bir barışı inşa ediyor.
Unutmayalım: Sağlık, sadece görünürde değil, hücre çekirdeğinin sessiz savaşında da kazanılıyor.
Dyt. Melina Ezgi Tosun
Kaynak: Bihaber.TR köşe yazarı Melina Ezgi Tosun
Türkiye ve dünya gündemindeki sıcak gelişmeleri okuyucularına tarafsız ulaştırmayı hizmet kabul eden haber platformu.