Bazı savaşlar görünmezdir. Kişi dışarıdan gayet “iyi” görünür; ama içinde fırtınalar kopuyordur. Aynaya baktığında gördüğü kişiyle kendi arasında büyük bir fark vardır. O fark da çoğu zaman “hiç yeterli hissetmemek”tir. İşte anoreksiya nervoza, tam da bu noktada başlar…
Anoreksiya, sadece bir “yemek yememe” hali değildir. O, kontrol duygusunu yeme davranışı üzerinden kazanma çabasıdır. Bazen “bedenini küçülterek” var olmayı seçen, içten içe bağırmak isteyip de sesi çıkmayan bir insanın sessiz çığlığıdır.
Bir diyetisyen olarak ben, anoreksiya nervozayı yalnızca kilo veya kaloriyle ilgili bir tablo olarak değil, bedenle ruhun savaş alanı olarak görürüm. Çünkü kişi kilo vermeye değil, çoğu zaman hayatının kontrolünü eline almaya çalışıyordur.
Anoreksiya nervoza, bireyin kilo alma korkusu nedeniyle yemek yemeyi ciddi şekilde kısıtlaması, bedensel algısını çarpık şekilde değerlendirmesi ve kendi bedenine karşı olumsuz bir tutum geliştirmesiyle karakterize bir yeme bozukluğudur.
Bu hastalıkta kişi ne kadar kilo kaybederse kaybetsin kendini hâlâ “kilolu” hissedebilir. Aynadaki yansıma, gerçeği yansıtmaz artık.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre anoreksiya nervoza, özellikle genç kadınlarda ve ergenlik döneminde en sık görülen psikiyatrik rahatsızlıklardan biridir. Fakat günümüzde sosyal medyanın etkisiyle erkeklerde de görülme oranı artmaktadır.
Anoreksiya tek bir nedenden kaynaklanmaz.
Genetik yatkınlık, mükemmeliyetçi kişilik yapısı, çevresel baskılar, medya etkisi, aile içi dinamikler ve çocukluk travmaları bu sürecin içinde yer alabilir.
Bazen kişi, kontrol edemediği bir dünyada “yemeğini kontrol ederek” rahatlama hissi yaşar.
Ama bu rahatlama, kısa sürede yerini korkuya ve takıntıya bırakır.
Diyetisyen odasında en çok duyduğum cümlelerden biri şudur:
“Yemek yememek beni güçlü hissettiriyor.”
Oysa gerçekte o güç değil, bedenin ve ruhun bir çöküş sinyalidir.
Anoreksiya nervozanın merkezinde beden algısı bozukluğu yer alır.
Kişi aynaya baktığında kendini olduğundan çok daha kilolu görür.
Bir başkası kaburga kemiklerini fark ederken, o hâlâ “göbeğim var” diyebilir.
Bu, beynin gerçekliği nasıl algıladığıyla ilgilidir.
Yani sorun gözlerde değil, beynin görüntüyü nasıl “yorumladığı”ndadır.
Bu yüzden anoreksiya tedavisinde beyni yeniden eğitmek, tıpkı kasları yeniden güçlendirmek gibi sabır isteyen bir süreçtir.
Anoreksiya sadece “zayıflık” değildir.
Vücudun bütün sistemlerini etkiler:
Bu tabloya çoğu zaman depresyon, anksiyete ve obsesif kompulsif belirtiler eşlik eder.
Anoreksiyadan iyileşme bir günde olmaz.
Bu bir maraton gibidir — yavaş, inişli çıkışlı ama sonunda mutlaka ışığa varılan bir yolculuk.
Bu sürecin ilk adımı, kabullenmektir.
Kişinin kendine “Evet, yardıma ihtiyacım var.” diyebilmesi bile büyük bir cesarettir.
İkinci adım, multidisipliner bir ekiple çalışmaktır.
Yani bir diyetisyen, psikolog (ve gerekirse psikiyatrist) işbirliği içinde olmalıdır.
Çünkü anoreksiya sadece mideyle değil, zihinle ve kalple tedavi edilir.
Anoreksiyada diyetisyen desteği, “çok yemek yedirmek” değil, vücudu yeniden tanıtmak anlamına gelir.
Uzun süreli açlık, metabolizmayı yavaşlatır; sindirim sistemi hassaslaşır, mide küçülür.
Bu nedenle beslenme planı çok dikkatli yapılır:
Bazen kişi bir tabak makarna yediği için suçluluk hissedebilir.
İşte o anlarda, diyetisyen sadece besin değil, duygusal denge verir.
“Yediğin şey seni kötü biri yapmaz, yediğin şey seni yaşatır” der.
Anoreksiya tedavisinde psikolojik destek, en az beslenme kadar önemlidir.
Çünkü kişi sadece “yemek”le değil, kendi kimliğiyle, benlik algısıyla da mücadele etmektedir.
Psikoterapi süreciyle birlikte kişi,
Özellikle bilişsel davranışçı terapi (CBT), aile temelli terapi (FBT) ve şema terapisi, anoreksiya tedavisinde oldukça etkili yöntemlerdir.
Bu süreçte aile desteği de çok değerlidir.
Aile bireylerinin suçlama ya da baskı değil, anlayış ve sabırla yaklaşması gerekir.
“Yemiyorsun, ne var bunda?” gibi cümleler değil;
“Senin için buradayız, birlikte başaracağız.” demek gerekir.
Toplum olarak “zayıflığı” yüceltmekten vazgeçmemiz gerekiyor.
Filtreli fotoğraflar, mükemmel vücutlar, “fit” olmanın tek güzellik ölçütü sanılan kalıplar…
Bunların hepsi, özellikle genç kızların beden algısını derinden sarsıyor.
Bir diyetisyen olarak ben, her zaman “sağlıklı beden” kavramını savunurum.
Çünkü zayıf olmak başka, sağlıklı olmak bambaşkadır.
Ve çoğu zaman anoreksiya yaşayan bireyler, toplumun bu “zayıflık övgülerinden” dolayı iyileşme sürecini geciktirirler.
Bu yüzden medya, aile, öğretmen, hatta arkadaş çevresi herkesin bu konuda farkındalığa ihtiyacı var.
İyileşme bir çizgi gibi değil, dalgalı bir deniz gibidir.
Kimi günler kişi iyi hisseder, kimi günlerse tekrar aynı korkularla yüzleşir.
Ama unutmayın: Her küçük adım, büyük bir ilerlemedir.
Bu süreçte izlenebilecek adımlar:
Her adım, bir tuğla gibidir; sabırla üst üste koydukça, sonunda güçlü bir “iyileşme evi” inşa edilir.
Bir gün, o kişi aynaya yeniden bakar.
Ama bu kez “şişman mıyım, zayıf mıyım?” diye değil.
“Ben kimim, ne kadar güçlüyüm?” diye bakar.
İşte o gün, gerçek iyileşme başlamıştır.
Çünkü anoreksiya, bedenin değil, ruhun açlığını fark ettirir.
Ve o açlığı doyurmanın yolu, yalnızca yemek değil; kendini yeniden sevmek, yeniden inanmaktır.
Her zaman söylerim:
Yemek bir yakıttır, ama iyileşme bir inanç meselesidir.
İnanç, umut ve destek bir araya geldiğinde;
bir zamanlar aynaya küsen o gözler,
yeniden kendine gülümseyebilir.
Dyt. Melina Ezgi Tosun
Kaynak: Bihaber.TR köşe yazarı Melina Ezgi Tosun
Türkiye ve dünya gündemindeki sıcak gelişmeleri okuyucularına tarafsız ulaştırmayı hizmet kabul eden haber platformu.