Daha önceki yazılarımızda yeme bozukluklarının ne olduğunu, hangi türlerde görüldüğünü, neden geliştiğini detaylıca konuşmuştuk. Bugünse bu sürecin belki de en yorucu, en utanç duygusu yaratan kısmına, yani yeme ataklarına değineceğiz. Çünkü birçok danışanım aynı cümleyi kuruyor:
“Melina Hanım, bütün gün gayet iyi gidiyorum ama akşam bir anda kontrolü kaybediyorum. Sanki biri beni yönetiyor gibi… Ne yaparsam yapayım durduramıyorum.”
Bu satırları okurken içinden “evet, ben de aynısını yaşıyorum” diyorsan, bil ki yalnız değilsin. Yeme atakları, yeme bozukluğu yaşayan bireylerin çok büyük bir kısmında görülüyor.
Ama neyse ki bu döngü kırılabilir. Gerçekten, hem bedensel hem duygusal olarak “denge” mümkün.
Birçoğumuz yeme atağını “iradesizlik” ya da “kontrolsüzlük” olarak algılarız.
Oysa bu, aslında vücudun “benim bir şeye ihtiyacım var” deme biçimidir.
Bazen bu ihtiyaç fizyolojik (örneğin kan şekeri düşüklüğü, yetersiz beslenme), bazen ise duygusal (örneğin stres, yalnızlık, değersizlik hissi) olabilir.
Kendine şu soruları sormak çok önemlidir:
Bu sorularla başlayan iç gözlem, atağın kök nedenini anlamanı sağlar. Çünkü beden açken yemek bir ihtiyaçtır, ama ruh açken yemek bir sinyaldir.
Yeme atağını önlemenin en kritik adımı: kendini aç bırakmamaktır.
Birçok kişi “dün çok yedim, bugün sadece salata yiyeceğim” diyerek ertesi gün aşırı kısıtlamaya gider.
Ama akşam olduğunda tablo hep aynıdır: kontrolsüz bir şekilde yeme.
Bunun sebebi çok basittir:
Uzun süreli kısıtlama, kan şekeri düşmesine, serotonin azalmasına ve beynin “hayatta kalma alarmını” devreye sokmasına neden olur.
Yani bedenin seni korumak için yemeye yönlendirir.
Kısacası, beynin sandığın gibi seni sabote etmez, aksine seni açlıktan korumaya çalışır.
Bu döngüyü kırmak için düzenli öğünler, yeterli karbonhidrat-protein-yağ dengesi ve sürdürülebilir bir beslenme düzeni gerekir.
Bir besini ne kadar “yasak” ilan edersen, zihnin o kadar ona odaklanır.
Bu, beynin doğasında vardır. “Çikolata yememeliyim” dediğinde, beynin tek duyduğu kelime “çikolata” olur.
Sonra günün sonunda kendini o çikolatanın karşısında bulursun.
Ben her zaman şunu söylerim:
“Bir dilim pastayı keyifle yediğinde o senin kontrolündedir.
Ama gizli gizli, suçlulukla yediğinde o pasta seni kontrol eder.”
Yani yasaklar yerine izinli denge kurmak gerekir.
“Canım isterse yerim ama farkında olarak, miktarına dikkat ederek yerim” yaklaşımı; suçluluğu değil, özgüveni besler.
Yasak kalktığında o yiyeceğin üzerindeki büyü de kalkar.
Yeme atakları genellikle “otomatik pilotta” yaşanır.
Yani kişi ne yediğini, ne kadar yediğini fark etmez.
Bir paket bisküvi biter ama ne zaman bittiğini hatırlamaz.
Bu noktada farkındalıkla yemek becerisi çok etkilidir.
Farkındalıkla yemek, her lokmayı gerçekten “yaşamak” demektir.
Yemeğin kokusunu, dokusunu, sıcaklığını fark etmek, lokmaları yavaş çiğnemek, ekranda dizi izlerken değil, sadece yemek yerken yemeyi öğrenmek…
Birkaç basit öneriyle başlayabilirsin:
Zamanla beynin bu “hızlı yeme – suçluluk – pişmanlık” döngüsünü bırakıp, tatmin ve kontrol duygusunu yeniden inşa eder.
Yeme atağı geldiğinde “şu anda gerçekten aç mıyım?” diye sormak çok değerlidir.
Çünkü çoğu zaman yediğimiz şey yemek değildir; bastırmaya çalıştığımız duygulardır.
Duygusal açlık genellikle birden gelir, belirli bir yiyeceğe (örneğin çikolata, cips) yöneliktir, hızlıdır ve sonunda pişmanlık hissi bırakır.
Fiziksel açlık ise yavaş gelişir, her türlü yiyecekle doyabilir, doyduğunda tatmin hissi verir.
Duygusal açlık geldiğinde, alternatif rahatlama yolları bulmak işe yarar:
Beyin bu alternatifleri öğrendikçe, yemeği tek kaçış yolu olarak görmeyi bırakır.
Az uyumak, stresli yaşamak, sürekli telaş halinde olmak…
Tüm bunlar yeme atağını tetikleyen biyolojik faktörlerdir.
Uyku eksikliği leptin (tokluk hormonu) seviyesini düşürürken, ghrelin (açlık hormonu) seviyesini artırır.
Bu da gün boyu “bir şeyler yeme isteğini” körükler.
Aynı şekilde stres altında kortizol artar; bu da tatlı ve yağlı yiyeceklere yönelimi artırır.
Yani bazı yeme atakları aslında uykusuzluk ve stresin sonucudur, irade eksikliğinin değil.
Bu nedenle düzenli uyku, meditasyon, hafif egzersiz, yoga, nefes farkındalığı; sadece zihni değil, yeme davranışını da dengeler.
Gerçek şu ki, bu süreçte “atak hiç olmayacak” demek gerçekçi değildir.
Ama atağı yönetmeyi öğrenmek mümkündür.
Atak geldiğinde:
Kendine şefkatle yaklaş. Çünkü kendini cezalandırmak, bir sonraki atağın zeminini hazırlar.
Unutma:
“Yeme atağı bir düşman değil, seni kendine döndüren bir mesajdır.”
Eğer yeme atakları yaşam kaliteni etkiliyorsa, suçluluk duygusu artıyorsa, kilo alıp verme döngüsünde kaybolduysan; bir diyetisyen, psikolog veya psikiyatrist desteği almak sürecin dönüm noktası olabilir.
Çünkü yeme bozuklukları sadece “ne yediğinle” ilgili değildir; düşünce, duygu ve davranış üçgeninde çalışmak gerekir.
Bedenle barışmak, duygularla dost olmak zaman alır ama mümkündür.
Ve her küçük farkındalık adımı, seni kendinle yeniden tanıştırır.
Yeme bozukluklarından iyileşmek, “artık hiç atak yaşamayacağım” demek değildir.
İyileşmek, atak geldiğinde ne olduğunu fark edebilmek, kendine öfke değil anlayış gösterebilmektir.
Her defasında yeniden denemektir.
Kendine şunu hatırlat:
“Ben bedenimi iyileştirmeye çalışıyorum, savaşmıyorum.”
Yeme bozukluğu bir savaş değil, bir iyileşme yolculuğudur.
Ve bu yolculukta şefkat, bilgi ve sabır en güçlü araçlarındır.
Her gün biraz daha farkında, biraz daha güçlü, biraz daha dengede olabilirsin.
Dyt. Melina Ezgi Tosun
Bir önceki yazım: Ortoreksiya Nervoza
Türkiye ve dünya gündemindeki sıcak gelişmeleri okuyucularına tarafsız ulaştırmayı hizmet kabul eden haber platformu.